İlk Çağ öncesi

Anadolu'da insana ait bilinen en eski yerleşim alanlarından bir tanesi Antalya kent merkezinden yaklaşık 30 km kuzeybatıda Korkuteli yolu üzerinde Toros Dağlarının Akdeniz'e bakan yamaçlarında bulunan Karain Mağarası'dır. Tarihlendirilmesi günümüzden yaklaşık 500 bin yıl kadar geriye, başka bir deyişle Eski Taş Çağı'nın ilk dönemlerine rast gelmektedir. Bu dönem, günümüzden 2 milyon ila 140 bin yılları arasında kalan evresini içerir. Karain'de mağara adamlarına (homo sapiens neandertalensis) ilişkin kemik kalıntıları da ele geçmiştir. Bunlar, tüm Anadolu'da ele geçen en erken fosil kalıntılarıdır.

Bölgenin en eski tarih öncesi dönem buluntularını içeren Karain Mağarası, Eski Taş Devri ve Cilalı Taş Devrinden, Beldibi Mağarası da Orta Taş Çağından veriler sunarken; Bademağacı Höyüğü'nde yapılan kazılarda Cilalı Taş Çağı yerleşimlerine, buluntularına ve insanın yerleşik hayata geçişinin ilk izlerine rastlanır. Bunlara Karataş, Semahöyük'te yapılan kazılarla elde edilen Erken Tunç Çağı bulguları da eklenince, bölgede Eski Taş Çağından zamanımıza kadar kesintisiz bir uygarlık vardır.

İlk Çağ dönemi

Antalya Bölgesi'nin erken tarihi, bölgede 1946'dan önce yapılan kazılardan önce karanlıktı. Hititlerin çivi yazılı belgelerinde, adı geçen Ahhiyava ve Arzava ülkelerinin Pamfilya olduğu bilim çevrelerinde kabul görmektedir. Bu bölgedeki araştırmalar ve buluntuların ortaya çıkması ve eldeki verilerle bölgenin karanlık olan bu dönemi de aydınlanmaya başlamıştır.

Hititler dönemi

Anadolu'da ilk siyasi birliği sağlayan Hitit Devleti'nin kurulduğu dönemde yazı, Anadolu'ya yakın zamanda gelmişti. Anadolu'nun ortasında kurulmuş olan Hitit devleti dönemi, başlangıçta Antalya için sessiz ve karanlık geçti. Bölgenin tarih sahnesine çıkışı Hitit krallarının Batı Anadolu seferleri düzenlemesiyle başlar. Bugünkü Antalya il sınırları içinde kalan Perge, Kesros, Patara gibi eski coğrafya adlarının Hitit çağından kalma olduğunu MÖ 1267-1237 yılları arasında hüküm sürmüş Hitit Kralı III. Hattuşili'nin yıllıklarından öğrenilmiştir. Konya'nın Yalburt'unda bir Hitit hiyeroglifinde Patara'nın "Pataf" biçiminde geçmesi, bu aydınlanmayı güçlendiren buluntulardır. Buradan anlaşılan Hititlerin "Lukka ülkesi" diye adlandırdıkları Akdeniz sahiline kadar uzanmış olmalarıdır.

Hitit İmpratorluğu'nun yıkılmasının sebebi olan deniz kavimleri göçü sırasında bir kısım Akalıların bu bölgeye göç ettiklerinden Yunan mitolojisinde söz edilir. Truva Savaşları'ndan sonra bazı Aka boyları, Amphilokhos, Kalkhas ve Mopsos'un idaresinde Pamfilya'ya geldikleri; PergeSilyonAspendos ve Selge'yi kurdukları söylenmekle birlikte son bilimsel veriler bu kentleri yörenin yerli halkının kurduğunu göstermektedir. Bu Perge'nin Parha, Aspendos'un Estvedüs, Selge'nin Estlegiis, Silyon'un Selyuüs adlarından da bellidir.

Bölgeye Pamfilyalılar yerleşmeden MÖ 7. yüzyılda önce kısa bir dönem Rodoslular ve Dorluların, Kumluca ve Phaselis'te (Çıralı) bölgesini kolonileştirdiğini Eski Yunan kaynaklarında geçmektedir. Kumluca yakınlarında bulunan Rhodiapolis kenti bunun bir kanıtı sayılmaktadır.

Likya ve Pamfilya dönemi

Antalya ili, tarihteki antik bölgelerden batı Pamfilya'nın güneydoğu ucunu ve doğu Likya'yı içine almaktadır.

Günümüz Antalyası'nın batı sınırları içinde yerleşen Likyalılar'ın kökenleri tartışılmakla birlikte, Hitit ve Antik Mısır kaynaklarında (MÖ 2000) Lukki veya Lukka adlı bir kavimden bahsedilmektedir. Bu kavim, kendilerini Termili olarak adlandıran Akdeniz kıyılarımızdaki güçlü komşuları Luvilere akrabalıkları ile bilinen Likya ulusundan olması kuvvetli ihtimaldir.

Sınırların nereleri olduğu üzerinde pek çok tartışma olan Pamfilya bölgesinin büyük bölümü günümüzdeki Antalya'nın içindedir. Kelime anlamı olarak “Tüm halklardan olan insanların yaşadığı memleket, Irkların ülkesi anlamlarına gelen Pamfilya'da isminden dolayı pek çok kavmin bir arada yaşadığı düşünülmektedir. Syedra kentinde ele geçen bir kehanet yazıtında “karışık milletlerin ülkesinde yaşayan siz Syedra Pamfuliyalıları...” denmektedir ki; bu yazıt da kentin toplumsal yapısı hakkında bilgi vermektedir.

Pamfilya Helenleri, karşılaştırmalı dilbilim yöntemlerine göre, Anadolu’daki en eski Helen gruplarından birini oluşturmuşlardır. Bunların dilinde Mikenlerin ve Dorların dil özelliklerinden bazılarına rastlanmaktadır. Bu nedenle MÖ ilk bin yılın başlarında Anadolu’ya göç etmiş oldukları kabul edilmektedir. Bunlar Anadolu’da karşılaştıkları insanlarla iç içe geçmiş, onların inanç ve çeşitli kültürel özelliklerinden etkilenmişlerdir.

Yalnızca bu Helenlerin değil, genel olarak Pamfilya’da yaşayan diğer halkların da erken dönem tarihi hakkında pek fazla belge bulunmamaktadır.

Sonuç olarak, ilk çağlardan Roma İmparatorluğu çağına kadar temelde halklar ve kültürler çerçevesinde ele alınmış çalışmalarda, bölgedeki Eski Çağ incelemelerinin henüz bir doygunluğa ulaşmadığı bellidir. Özellikle Roma öncesi evre açısından yanıtlanması gereken pek çok sorun vardır. Bunların açığa kavuşmasında dil incelemeleri büyük bir yer tutmaktadır. Antalya kenti, tüm Anadolu'da en çok yazılı belgenin ele geçtiği kenttir. Bu niteliğiyle Antalya bölgesi tarih, dil ve arkeoloji incelemeleri için önemli bir merkezdir. Son yıllarda Köprüçayı yönünde daha önce örneklerine rastlanmamış olan yeni bir dile ilişkin yazılı kanıtlar bulunmuştur. Bu buluntular bölge incelemelerinin sanıldığından çok daha derin boyutları olduğunu göstermektedir.

Bergama, Roma ve Bizans dönemleri

Hıristiyanlığın Anadolu'da hızla yayıldığı MS 5.-7. yüzyıllar boyunca Pamfilya ve Likya, Doğu Roma eyaleti olarak önemlerini korumuşlar, hatta MS 2. yüzyıldaki parlak çağlarına yaklaşır derecede, imar görmüşlerdir. 7. yüzyılın ortalarında Arapların sürekli yağma ve saldırıları her iki bölgeyi büyük ölçüde zarara sokmuş, bu duruma engel olmak isteyen Doğu Romalılar, bölgeyi korumak amacıyla özel bir donanma kurmuşlardır. Roma İmparatorluğu'nun bölgeye egemen olmasından sonra, stratejik yerler veya kentlerin bazıları, ufak keşişlikler halinde Doğu Roma İmparatorluğu egemenliği sırasında yaşamalarını sürdürmüşlerdir.

Antalya'nın bugünkü bulunduğu yerde II. Attalos'un zamanında inşâ edilen ilk surların da bu dönemde dikildiği bilinmektedir. MS 130 yılında Roma imparatoru Hadriyanus, Antalya seferi sırasında Hadrian Kapısı'nı yaptırmış, surların doğu bölümünü de onartmıştır.

Ayrıca, Rodos, Venedik, Ceneviz korsanlarının talanları, Kıbrıs Krallarının saldırıları ve Haçlı seferi sırasındaki yağmalar, depremler, bölgenin ekonomik gücü kadar kentleri de yıpratmıştır. Bu sırada özellikle Rodos ve Cenevizliler koruma ve saldırma için, uygun kıyılarda üsler kurmuşlardır. Antalya, Batı Akdeniz kıyısında stratejik konumuyla önemli bir liman olma özelliğinden dolayı, kurulduğu tarihten başlayarak sürekli istilalara maruz kalmıştır.

Selçuklu Dönemi

Konumu bakımından savunma olanakları güçlü olan Antalya, 11. yüzyıl sonlarında Türklerin eline geçti. Kent, 1097'de I. Haçlı seferinin sonrasında yeniden Bizans eline geçmiş bulunuyordu. Türkler, 12. yüzyılın ilk yarısında Antalya önlerine kadar gelip, yörede etkili olmaya başladılar. 1148 yılındaki II. Haçlı seferi sırasında buraya gelen Haçlı yazarları, Türklerin şehrin yakınlarına kadar geldiklerini, halkın bu sebeple verimli tarlalarını ekemediklerini belirtir. Bu yüzden şehirdeki halk yiyecek ihtiyacını deniz yolu ile karşılamaktaydı.

Türkler, 1176 Miryokefalon Savaşı'ndan sonra Anadolu'yu yurt edinmeye başladılar. Bu dönemde II. Kılıç Arslan devletinin güçlü temellere sahip olması için çabalıyordu. II. Kılıç Arslan, bunun için oğullarını Anadolu'nun çeşitli yerlerine gönderdi. En küçük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’i de 1180 yıllarında fethettiği Borgulu'daki (şimdiki Uluborlu) kaleye ve civarına melik olarak gönderildi. II. Kılıç Arslan 1182 yılında Antalya’yı kuşatmış, fakat şehri alamamıştı.

5 Mart 1207 tarihinde Antalya Selçukluların eline geçti. Şehir teslim alındıktan hemen sonra düzenlemeleri yapılmış, tersane yaptırılmış ve kuzeyde Uluborlu’da olan teşkilatın merkezi Antalya'ya taşınmıştır.

Ancak Antalya’daki ilk Selçuklu egemenliği oldukça kısa sürdü. Denizden yardım alabilecek bir şehirle ilgili deneyimleri olmayan Selçuklular, bir cuma namazı vakti Hıristiyanların, Türklerin üzerine saldırıp büyük çoğunluğunu katletmesiyle şehri kaybettiler. Antalya'nın bu kaybının nedenlerine ilişkin iki görüş bulunmaktadır. Birincisi, Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölmesinin (1211) ardından ve Selçuklu şehzadelerinin taht kavgası sırasında şehrin kaybedilmiş olabilecği; ikincisi 1214'te Antalya yöresinin kumandanı Ertokuş'un uç askeriyle Sinop fethine katılmak üzere gidip, şehir askeri bakımdan zayıf kalınca şehrin düşmüş olabileceği olasılığıdır.

Selçuklu sultanı olan İzzeddin Keykavus yeniden bir büyük sefere girişti. Şehir Türkler tarafından 22 Ocak 1216 tarihinde yeniden fethedildi. Türklerin güvenliklerini sağlamak üzere şehrin ikamet sahasını ikiye bölen bir koruyucu sur yaptırıldı. Üzerine de bu fethin sebeplerini ve nasıl gerçekleştiğini belirten kitabeler konuldu. Şehri ikiye bölen bu duvara göre batı kesimi Türk ve Müslümanların, doğu kesimi ise Hıristiyan ve yerlilerin sahası olacaktı. Ancak on sene sonra Antalya, devrin kaynaklarına aksetmeyen bir büyük imar daha görmüştür. Eski surunun 100 metre kadar doğusundan yeni bir sur daha yapılmıştır. Üzerindeki kitabelere göre 1225 tarihindeki bu inşaatın ilk sebebi şehre yeni Türk yerleşmesini sağlamaktır. İkinci sebebinin limanı korumak amacı olduğunu sanılmaktadır.

Bu yıllarda Alâeddin Keykubat, Alaiye'yi fethetmiş, orada önemli inşaatlar yapmıştır. Alaiye'nin de alınmasıyla Selçukluların Akdeniz’de bir deniz birliği, kurmaları gerekti. Antalya’da çalıştırılan veya oluşturulan tersane, ilk Türk deniz varlığının oluşmasını sağladı. Hemen ardından Alaiye’de de bir tersane inşaatına girişilerek Akdeniz’deki Türk deniz gücü oluşturuldu. Antalya tersanesinin güvenliğini tam olarak sağlamak amacıyla 1225 tarihinde şehir içinde yeni bir düzenlemeye geçildi. Alâeddin Keykubad, şehrin deniz tarafındaki savunmasını güçlendirmişti. 1243 Kösedağ Savaşı'nı kaybeden II. Gıyaseddin Keyhüsrev, bu defa kara tarafındaki savunmayı, yaptırdığı 1244 tarihli bir burç ile güçlendirdi. Antalya kalesinin içkalesi, Ahmedek’i, limanın doğu yakasında iken, Türk kesiminin de kuzeybatısına (bugünkü Tophane'ye) taşındı.

Antalya sonraki tarihlerde de Selçuklu Sultanlarının kışlık payitahtlarından birisi olmaya devam etti. Hatta bazen doğudan gelen Moğollar'a karşı bir güvenilir yer olarak tercih ediliyordu. Antalya, güneyde Mısır ve Doğu Akdeniz bölgeleriyle ticaret yapan bir yer olarak oldukça etkindi. Devrin kaynaklarından Saltukname'de de Adalya'dan söz edilmektedir. Mevlana, burada çok Hristiyan olduğundan söz ederse de, bu ifadeyi, öteki İç Anadolu şehirlerine göre fazla dediği düşünülmektedir. Çünkü şehrin içindeki ikamet sahalarına göre, Hristiyanlar hiç da aşırı birçoğunluğa sahip değillerdi. Bununla birlikte kentte Frenkler de bulunmakta ve Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılmaktaydı.

Anadolu Türk Beylikleri Dönemi

Anadolu Selçuklu Devleti'nin son senelerinde İlhanlılar'ın nüfuzu altına girmesiyle, batısındaki uç beyleri toplanarak beylik kurmaya başladılar. Bu sırada 13. yüzyıl başlarında Anadolu Selçukluları tarafından Yalvaç, Borlu ve Eğirdir taraflarına yerleştirilmiş olan Teke aşiretinin bir kolunu teşkil eden Türkmenler de 13. yüzyıl sonlarında, başlarında bulunan Hamid Bey’in torunu ve İlyas Bey’in oğlu Feleküddîn Dündar Bey’in liderliğinde hüküm sürdükleri göller havzasında bağımsızlıklarını ilân ederek Hamitoğulları Beyliği'ni kurmuş ve kendisine önce Uluborlu’yu, daha sonra Eğirdir’i merkez yapmıştır.

Kuruluştan hemen sonra ülkesinin sınırlarını güneye doğru genişleten Dündar Bey, Gölhisar, Korkuteli ve daha sonra memleketin bazı yerlerini gezmeye çıkmış olan Antalya Beyi'nin esir düşmesi üzerine Antalya'yı 1301'de zapt etti. Dündar Bey, Hamitoğullan Beyliği'nin sınırlarını Germiyan ve Denizli’ye kadar genişletmiş ve Antalya'yı kardeşi Yunus Bey'in idaresine verdi. Böylece Hamitoğulları Beyliği, Eğirdir ve Antalya olmak üzere ikiye ayrıldı.

Memluk Sultanı Nasır Muhammed'le Hamitoğulları Beyi Dündar Bey’in oğlu İshak Bey'le yaptığı tartışmadan sonra tutuklanması üzerine, yerine Korkuteli Emiri olan kardeşi Sinânüddin Hızır Bey geçti. Hızır Bey'den sonra yerine sırasıyla Dadı Bey ve Mübârizeddin Mehmet Bey, geçti.

Mübârizeddin Mehmet Bey'in hükümdarlığı Kıbrıs Frankları ile mücadele içerisinde geçti. Antalya, 1216'daki Türk kontrolünden sonra ilk kez işgale uğradı. Kıbrıs kralı Pierre I. de Lusignan 24 Ağustos 1361 günü Teke-eli'nin merkezi olan Antalya'yı hücumla zapt etti. Beyliğinin merkezini Korkuteli'ye taşıyan Mehmet Bey, Antalya'yı ele geçirebilmek için önce Kıbrıslılara yiyecek satılmasını yasakladı. Daha sonra Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey ile ittifak kurup ertesi sene 45 bin kişi ve 8 kalyon ile Antalya önüne gelip çok şiddetli bir savaş yaptı ise de şehri alamadı.

Antalya'yı ele geçirmek isteyen Mehmet Bey'in çabaları yörede ona itibar kazandırdı ve Teke Bey adını aldı. O dönemde Anadolu'nun güneyinde Antalya, Finike, Kaş, Kalkanlı, Milli, Gömbe, Elmalı, Korkuteli ve Serik ile sahilde Antalya ve Alanya arasındaki bölge Teke-eli olarak tanınmaya başladı. Antalya'yı geri almak için çeşitli ittifaklar kuran Mehmet Bey, 1373 tarihinde Antalya’yı yeniden fethetti.

Mehmet Bey'den sonra yerine geçen Osman Çelebi ve Mustafa Bey dönemlerinde Teke Beyliği eski önemini yitirdi. Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid 1390'da, Antalya'yı ele geçirdi. Burayı önce oğlu İsa Çelebi’ye, sonra da diğer oğlu Mustafa Çelebi’ye sancak olarak verdi. 1397'de Antalya ile Alanya arasındaki bölge tamamen Osmanlı egemenliğine geçti.

Ankara Savaşı'ndan sonra, Sivrihisar’a gelen Timur’un 10 tümenle gönderdiği Şahruh ve kumandanlarının korkunç tahribi neticesinde Korkuteli ve Kitir dolaylarını, Emir Şah Melik de Antalya başta olmak üzere bütün Teke-eli’ni yağmaladılar.

Timur, Kütahya'ya geldiğinde, Teke-eli'ni, Karamanoğlu Mehmed Bey'e verdi. Timur'a bağlılığını sunan Osman Çelebi Bey, Antalya hariç olmak üzere eski beyliğine yeniden sahip olarak Korkuteli'ni kendisine merkez yaptı.

Osmanlı Dönemi

Bugünkü Antalya ili sınırlarıyla Osmanlı Devleti'nin 15. ve 16. yüzyılda bu bölge için hazırladığı idari düzen arasında farklılıklar vardır. Bu yüzyıllarda bu bölgede kabaca Alanya ve Teke sancakları yer almaktaydı.

Ticaret yolları üzerinde bulunmasından dolayı sık sık el değiştiren Antalya, Selçuklular döneminde tersanesi ve limanıyla büyük öneme sahipti. Selçuklu egemenliğindeki Antalya, Kıbrıs ile arasında önemli ticari etkinlikler yaparak dönemin en önemli ticaret merkezlerinden birisi oldu. Tahminen 13. yüzyılın sonu ya da 14. yüzyılın başlarında burası Hamidoğulları'nın Antalya şubesinin eline veya Tekeoğulları'nın eline geçti. Tekeoğulları döneminde huzur ve gelişme devam etmiş, imar ve kültürel etkinlikler artmıştır.

Bölge, Osmanlıların elindeyken Karamanoğulları'nın ve ara sıra da bazı Avrupalı devletlerin saldırılarına uğradı. Antalya, yeniden Osmanlıların eline geçtikten sonra Anadolu eyaletine bağlandı. Ayrıca, Antalya bir süre şehzade sancağı olarak Osmanlı sancaklarından bir tanesi oldu. Şehzade Korkut 1502'den 1511 yılına kadar sekiz sene burada valilik yaptı. Antalya'nın Korkuteli ilçesi de ismini Şehzade Korkut'un bu bölgedeki hükümdarlığından aldı.

Bu bölgede, Osmanlı idaresi altındayken 1511 yılında ortaya çıkan Şahkulu İsyanı, 16. yüzyıldaki Celali isyanları ve Körbey isyanı hariç önemli bir olaya rastlanmaz. Ancak bu ayaklanmalar neticesinde yeni fethedilen Modon, Koron gibi adalara büyük sürgünler oldu, İran’a büyük miktarda göçler yaşandı. Bunlarla birlikte, bazı olumsuz davranışta bulunanlar daha sonraki yıllarda yani Kıbrıs'ın fethiyle birlikte buranın iskân ve imarı amacıyla sürgün edildiler. Bu tür olaylar bölgenin siyasi, sosyal, kültürel ve nüfus yapısını etkiledi.

Teke Sancağı'nın kuruluşunda özellikle coğrafi konumu ve tarihi şartlar önemli rol oynadı. Yine bu sancağın gelişmesinde eski çağlardan beri önemli ticaret yolları üzerinde bulunması da etkili oldu. Bölge Osmanlı egemenliğine geçince Anadolu eyaletine bağlandı ve 19. yüzyıla kadar bu şekilde devam etti. Tanzimat dönemiyle başlayan idari düzenleme sonucunda Teke Sancağı, Karaman eyaletine; 1865 yılında çıkarılan Vilayet Nizamnamesiyle de Konya vilayetine bağlandı. Bu dönemde Teke Sancağı'nın Antalya, Akseki, Alaiye ve Kızılkaya'yla birlikte beş kazası bulunmaktaydı. Bunun sonucunda daha önce sancak olan Alanya ve kazaları Teke Sancağı’na bağlandı. 1890 yılı kayıtlarına göre Teke Sancağı'nın, İstanos, Bucak, Kızılkaya, Beşkonak, Millü, İğdir ve Serik nahiyelerinin bağlı olduğu Antalya kazası, İbradı nahiyesinin bağlı olduğu Akseki kazası, Finike nahiyesinin bağlı olduğu Elmalı kazası ile Kaş kazasından oluştuğu görülmektedir. 1902 tarihinde Teke Sancağı, Antalya, Akseki, Alanya, Elmalı ve Kaş kazaları ile 11 nahiye ve 524 köyden meydana gelmekteydi. Antalya, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde Konya'dan ayrılıp bağımsız bir sancak olma özelliği kazandı.

Türkiye Cumhuriyeti Dönemi

29 Ekim 1923'ten sonra ülkenin tamamında olduğu gibi Antalya'da da pek çok değişim göstermiştir. Osmanlı döneminde sancak olan bölge cumhuriyet dönemiyle birlikte il haline gelmiştir. 1923-50 döneminde küçük ölçeklerde gelişen ilin nüfusu, özellikle de ilin merkezinin nüfusu 1950 yılından sonra yoğun göç almaya başlamıştır.

Antalya’da 1950-60 yılları arası dönem; sanayileşmenin başlamasıyla birlikte kırdan kente göçle gelen nüfus artışının görüldüğü, bunun sonucunda daha iyi iş, daha iyi çalışma, dinlenme ve barınma arzularıyla kente gelen kişilerin bu ihtiyaçlarına cevap verecek kenti kurma çabalarının görüldüğü bir zaman sürecidir. Kentte 1950'den sonra da artarak devam edecek olan göçün, mekânda yaratacağı sosyal, kültürel ve fiziksel değişimler de bu dönemde yavaş yavaş başlamıştır. Kentte 1960-70 yılları arası dönemde, kentleşme hareketlerinin mekânsal etkileri görülmeye başlanmıştır. Bu dönem, üretimde farklılaşmayı getiren, sosyo-ekonomik ve kültürel değişime yol açan yeni bir yerleşme biçimlenmesinin başladığı dönem olması açısından önem taşımaktadır. 1960-1965 yılları arasında Kalekapısı çarşısı oluşmuş, 1965-1970 yılları arasında, Kalekapısı ile Belediye işhanı arasında, caddenin güneyinde bugünde kullanımı devam eden ticaret fonksiyonları yerini almıştır. 1970 yıllarında Vakıf İşhanı yapılmıştır. Doğal ve kültürel kaynak potansiyeli yüksek bir kent olan Antalya’nın 1969 yılında turizmde öncelikli alanlar olarak belirlenmesiyle planlama ve yatırım önceliği artmıştır. 1960-70 dönemi Antalya’nın hızlı nüfus artışı ve kentleşmeden doğan sosyal, kültürel ve mekansal değişimlere hazırlıksız yakalandığı bir süreçtir.

1974 yılından itibaren Antalya’da, güney kısmının turizm alanı ilanı ve altyapı çalışmalarının başlaması, liman inşaatının tamamlanması, havalimanı kapasitesinin arttırılması, eski liman ve Kaleiçi projesinin uygulamaya konulması, Fethiye-Kaş yolunun yapılması, Antalya'nın ülke çapında çok önemli bir turistik merkez işlevi yüklenmesi sonucunda kent 1970'lerden 1990'lı yılların sonuna kadar düzensiz bir şekilde yapılaşmıştır. Antalya kent yapısı özellikle 1990'ların sonundan başlayarak önceki döneme göre daha fazla göç almış ve bu da şehirdeki doğal dokunun bozulmasına, konut talebinin artmasına ve kentin kalabalıklaşmasına sebep olmuştur.

Antalya, 2 Eylül 1993'te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde karaname ile büyükşehir unvanı kazandı. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 30 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu.

Kaynak : Vikipedi